Gnshksvr's avatar

Gnshksvr

Simplicity is the ultimate form
160 Watchers41 Deviations
38.1K
Pageviews
Pek bilmiyorum kaç kişi burayı okuyor, buraya bakıyor veya zamanında çılgınlar atan dA accountumu halen umursuyor...

Neyse,

Ben şuralardayım,
beklerim...

Randomharflerleguluyorum
Parrhesia

Facebook
Twitter
Formspring
Join the community to add your comment. Already a deviant? Log In

Umm.. Yea...

21 min read


.nfo




Activation sequence engaged.



Dileyeneöykü


Parts


I. Bölüm - Kahvaltı

Kahve…
Her sabah aynı kokuyla uyanmak ne kadar monotonluğu çağrıştırsa da söz konusu kahve kokusuyla uyanmak olunca monotonluğun bile çekici bir yanı oluyor. Acaba kahvenin ana vatanı Habeşistan’ da kara-kurular ⅓* ‘’sihirli meyve’’ yi ekmeklerine katarken, ekmeklerini ‘’sihirli meyve’’ den çıkaracaklarını biliyorlar mıydı? Acaba Suriye’den kalkip gelen iki Arap, Mısır Çarşısı’ndaki dükkânlarını açmasalar tiryaki olur muydum?
Kim bilir, kimin umurunda, kim takar, Kasımpaşa ve bilimum umursamaz sözcükler…
İnsan ne kadar uyumayı, uykuyu sevmez olursa olsun, sıcacık yataktan kalkarken kendini kaplumbağa ile sümüklü böcek arası ‘’bir şey’’ hissediyor.
Yorgan kabuğum oluveriyor, rûyalarımı koruyan…
Rûyalar…
Kahve…
Sevgili…
Kahvaltı…
Ahh, tercih yapması zor, uyur numarası mı yapsam az sonra onun tarafından dudaklarıma kondurulacak küçük, ıslak ve soğuk bir opucükle uyandırılacağımın bilinciyle?
Yoksa kalkip kahveye mi saldırsam?
Yoksa kalkip, çıkip ona gazete mi alsam? Nasıl olsa o almamıştır.
Kararımı verdim, uyur numarası yapacağım, baksana ıslık çalip şarkı söyleyerek ve ‘’wonderwall’ un ritmiyle şipıdık ayaklarını yere vurarak gelmeye başladı bile…
Terbiyesiz uyuduğumu bile bile müzik açmış, düşüncesiz…

‘’ And all the roads we have to walk along are winding
And all the lights that lead us there are blinding’’

- MmMMmMmuuuuaaahHHhHh!
- Günaydın!

Her gün aynı şey, ufak bir nazlanma, çıkarılan abuk subuk sesler, yorganın içinde spastik hareketler ve sonunda kolları, bacakları, boynu, sırtı, göğsü, popoyu mümkün olduğunca kasarak kan dolaşımını hızlandırma çabası; maksat ‘’oraya’’ kan gitsin de açılalım!
Ardından gelen onu yanıma alma isteği, koklamak, opmek, sevişmek…
Sonrasında karşılaşılan engeller:
‘’Çayın altı açık!’’
‘’Yumurta yapıyorum yanar bak!’’
‘’Haberlerde başbakan konuşuyor!’’
• Yok artık!
‘’İşe geç kalacağız!’’
‘’Başım ağrıyor!’’
• Biraz yaratıcı ol yahu!

Bu sabah da numara sökmedi, işin ilginci hafta içi yutmuyor da hafta sonu maşallah yanıma uzandı mı kalkmak bilmiyor. Şikâyet falan etmiyorum tabiî.





Ne diyordum?

O şipıdık şipıdık geldi, az önce okuduğun şekilde kondurdu küçük, ıslak ve soğuk opucüğünü –opmeden önce soğuk su içer bizim deli, neymiş benim sıcak dudaklarım daha bir tatlı oluyormuş öyle, ne şeker di mi?- ben tabi nazlanıyorum, mırın kırın ediyorum, kısacası kalkmıyorum.

Bencilce değil mi?
O kadar kalkmış, kahve yapmış, kahvaltı hazırlamış, gelmiş opuyor ben hala artistlik taslıyorum. Ayip denen bir şey var!
Ama olsun, çok keyifli böylesi, hem bir opucük kadar ucuz mu canım beni rûyalarımdan çekip çıkarmak?
Gerçi uyanınca da başka bir rûya ya, neyse…

Sonunda uyandım tabiî ki, açıkçası tırstım buzdolabından çıkmış bir bardak suyun üzerime boşaltılmasıyla tehdit edilince.

Off…
Yataktankalkgitduşalgiyinkahvaltıetişegitakşamakadarçalışişyetişmesinevegelçalışsonraogelsinvebütündertlerbitsin!
Ohh…
Uyanır uyanmaz kaynar suyla alınan bir duş gibisi yok, özellikle dünkü ‘’hareketli’’ geceden sonra…
Anlarsın ya!...
Bir de şu tıraş derdi yok mu her sabah, mübarek kaptanmağaraadamı bir, ben iki! Neymiş temiz suratlı olunca onların deyimiyle daha "pirezentabıl" oluyormuşuz, hadi ulan oradan!
En azından ‘’o’’ var, üşenmiyor her sabah tıraş ediyor yüzümü, böylece dünün anısı da yanaklarımdan akip gidiyor. Arkasında yumuşacık ve pürüzsüz bir surat bırakıyor ki, güneşin ufku aşarak getirdiği günün monoton dertleri yine kirletsin yanaklarımı. Düşmesin yere olası gözyaşlarım, sadece günün kirinin arasından sıyrılip ona yapışsınlar…
Tıraş münasebetinin en güzel yanı arkasından gelen temiz surata opücuk kesinlikle. Opucüklerle çok haşır neşir olduğumu düşünüyorsun değil mi?
Ama onlar olmasa rûyalarımı hatırlayamam ki…

İşte bu!
Harikûlade bir kahvaltı masası:

- Kahve
o Meyve suyu
+ Peynir türleri
• Reçel türleri
- Zeytin türleri
o Nutella
+ Taze ekmek

Hepsi de misler gibi kokuyor.
Gerçi ‘’o’’ olmasa, bunların hiçbirinin ciğerlerime çektiğim “havanın” beynim tarafından anlamlandırılması dışında bir özelliği olmazdı.



Ve yine off…
Çok mu bağlanıyorum?
Biz bir alışkanlık mı olduk?
Eyvah sonumuz ne olacak?

Evlenmek mi gerek?
Evlenir mi ki benimle?

Sorular… Sorular…
Alışkanlık olmasından korkuyorum, çok değer verilen şeyler, çok emek gösterilen, üzerinde çaba sarf edilen şeyler alışkanlık olmamalılar bence. Bu her zaman bir kişi olmak zorunda da değil, iş de olabilir, eşya da olabilir. Alışkanlığın verdiği emin olma duygusu çok tehlikeli, o zaman değer meğer de kalmıyor zaten.
Ne çok düşünüyorum…

- Kahve?
- Hı?

Yuh bana, dalip gitmişim, arada kahvem bitmiş, üzerinde kendisinden büyük bir Nutella parçası -dolapta saklayınca Nutella’yı çikolata gibi oluyor, sertleşiyor biraz, şahane oluyor- duran küçük bir ekmek dilimi kalmış elimde, ağzıma dahi götürmemişim.

Kahvemi doldurdu, her zamanki gülüşmeler, sataşmalar, opuşmeler…
Espriler hiçbir zaman monotonlaşmıyor yalnız, ikimiz de bu konuda son derece yaratıcıyız, bir şeyler buluyoruz.
Arkadan televizyonun sesi geliyor, belli ki yine koyu renk giyinmiş koca kafalar her işin uzmanlığını bilip ne iş olsa yapıyorlar.

Saat 08.30 olmuş, peh peh peh, ben daha yeni yatmıştım yahu!

İşe gitme vakti…

II. Bölüm – Balo

Kahve…
Maskenialpaltonualevdençıkotobüsebinotobüsteninvapurabinkahvenialsigaranıyaktümdertleriniüflevehepsibitsin!
Kahve…
Sigara…
Çay hopurdemesi…
Gazete hışırtısı…
Monoton bir gidişat olunca sarıl kahveye kurtul! Ne âlâ…

Saat 09:00 a gelmiş olmalı, havada da bir ağırlık var, yağmur yağacak gibi, ben de her zamanki yerimde oturuyorum; yan balkon.
Her gün aynı saatte aynı yerden aynı yere aynı kaptanın kullandığı aynı vapura aynı insanlarla binince vapur; binlerce maskelinin –vapurun yolcu kapasitesi 2000 civarı, evet fazla ama inanmıyorsan git bak- okullu olup sınıfları doldurduğu bir balo salonuna dönüşüyor.

Kimisi ağır bir maske takmış, kimisi turuncu, kimisi kokulu, kimisi endişeli, üzgün vesaire vesaire ve bilimum kimliği anlatan sözcükler…
Ama tüm maskelerin gözleri açık, gizleyemiyorlar onlar gözlerini.
Sanırım maskesi olmayan bir ben varım bugün.
Normalde birisi daha var maskesi olmayan:
Her sabah yanıma oturan çocuk, neydi ismi?
Derin.

Çok şeker bir çocuk, 20’lerinde, her sabah "aypod" kulağında, sesi sonuna kadar açık, gelip yanıma oturur birlikte dinleriz "pileylistini".
O da kahve tiryakisi.
Gazetesi eksik olmaz.
Vapura gelene kadar gazetesini bitirmişse açar bir kitap okur, bir şeyler yazar, durmaz yani.
Sessiz sakin bir tip gibi gözüküyor aslında ama kafası zehir gibi.

Hah, geldi!
İlginçtir "wonderwall" çalıyor bu sabah.
-Günaydın Derin’ciğim!
-Merhaba, nasılsınız?
Ulan bir sefer de farklı bir cevap ver be, bir paragraf seni pohpohladım durdum burada!
Dalgın gibi bugün biraz, morali bozuk belli ki, kesin hatunlardır problem, ne oldu acaba?

Eyvah!
Mahalle karılarına döndüm resmen!
Sana ne ulan çocuğun moralinden, hatunlarından?

Maskeler!
Hah, evet bu çocuk maskelerle olan münasebetini reddetmiş, etrafımdaki yüzlerce koca kafa ve dar boğaz ve düşük belli pantolonun aksine.
Denemiş maske takmayı belli ki, ama ya beceremedi benim gibi, ya da beğenmedi maskesini.
Bu yüzden seviyorum bu çocuğu, tanıdık bir hali var…

‘’Sayın yolcularımız, lütfen gemimiz iskeleye yanaşmadan bıdı bıdı…’’

İnsanlar varacakları yere 1 ile 5 saniye arasında daha erken varmaya çalıştıkları için mi, yoksa varmaya çalıştıkları egolarına 1 ile 5 saniye daha eklemek için mi hayatlarını tehlikeye atıyorlar vapurdan inerken?
Sebebi ne olursa olsun son derece absürt bir durum.
‘’ Bi’ sal ’’ di mi?

Vapurun iskeleye yanaşip yolcuları indirmeye başlamasıyla, okullu olup sınıfları dolduran konuklar, kimlik okulunun meçhul bir sınıfından mezun oldular.
Maskelerini havaya fırlatarak azca vasıtaya yetişmek için, çokça da önde olmak için ama aslında yeni maskelerini almak için koşturmaya başladılar.

Saat 09:30’civarlarında, işte şimdi günün en sevmediğim zamanı: iskeleden işe doğru yaklaşık 10 dakikalık bir metamorfoz.
Aklımdan tüm buraya kadar okuduklarını çıkarmak…
İstatistikler,
Bordrolar,
Sigortalar,
Uzun, kısa, sert, eski, yeni banknotlar,
Toplantılar,
Maskeler! IYK!!!

Bir balo salonundan diğerine doğru metamorfozun zorlu taşlarını aşındırırken 1 yıl öncesini, 1 hafta öncesini, 1 gün öncesini ölçup biçerek 1 saat öncesini görmezden gelecek kadar tembelim.
1 gün sonrasını, 1 hafta sonrasını, 1 yıl sonrasını kestirmeye çalışmanın mecburiyetindeyken tembelliğimi hatırlayip çölde bir vaha bulmuşçasına sevindim!
Ne de olsa yarına daha çok var!

-Affedersiniz!

E ama insaf!
Bir gün olsun ki birisi yolda bana toslamasın, omuz atmasın, önüme tükürmesin, şeyini kaşımasın, kulağını karıştırmasın, ter kokmasın!
Şaka maka ben sana çemkirirken iş yerime ulaşmışım. Saat 09:40 olmalı…

Karşılaşacağım şey belli, daha içeri adımımı atar atmaz 2 tane heveskâr elime bir takım kâğıtlar tutuşturacak, birisi bugün yapmam gerekenleri, kimlerle görüşeceğimi, kimleri arayacağımı, ne zaman yemek yiyeceğimi, ne giyeceğimi, ne zaman tuvalete gideceğimi, ne zaman burnumu karıştıracağımı, ne zaman göbeğimi kaşıyacağımı anlatırken, diğeri de kahvaltı masasındaki koca kafaların anlattıklarını tekrar edecek!
Ulan gelin isterseniz yatağıma da girin hı? Nasıl? Ne zaman “geleceğimi” de söylersiniz, deyyuslar!

-Nerede kaldın be adam?!

Oysa ki ben tam zamanında gelmiştim aslında, şey, kem, küm! Hihi!


III. Bölüm - Yumurta

Saat 20:30 olmalı…

- Taksi!
- Çooofffff!!!
-Yuhulanöküz!
-Kahvem berbat oldu!..

Görmüyor adam yahu, önümde eşek kadar su birikintisi var, yardıra yardıra geliyor, bir de yağmurda yolcu almama muhabbeti var ki anlayabilmiş değilim!
Düşük bir bel ve/veya turuncu surat olsam sanırım maskesizliğime aldırmazdı.
(Ben de biraz aptalım sanırım, su birikintisinin önünde taksi beklemek de nereden çıktı? Ama bir dakika, bu kurguyu yapmasam 3-4 satır önceki ve az sonraki göndermeyi nasıl kotaracaktım? Aferim bana!)

Beni görür görmez saniyede, 73 ‘’sellektör’’, 69 korna ve 38 ‘’Off beee pakete bak!’’ çığırtısının ardından yanımdaki su birikintisini heveskâr bir Basiliscus plumifrons –artislik yapıyorum, bildiğin kertenkele, hani suyun üzerinde koşan, uçan, kaçan bir psikolojik deli- gibi süzülerek aşardı..
Bir fark var yalnız, düşen maske geri gelmez…
Gider yenisini alırsın, daha kolay…

Maskem olmasa da şemsiyem var benim, hem de ‘’açılan’’ cinsten. Bizim heveskârlardan biri elime tutuşturmuştu, ‘’lazım olur’’ diye.
Aklıma gelmişken, şemsiye denilen alet, taa Mısır’da Habeşistan kabartmalarında görülmüş, bizim zeka kupu ırkımız da Mısır’da yağmurun pek sık yağmayacağını arkagörmüş olacak ki, güneşten korunmak için icat edildiğini kavrayıvermiş, mış, muş ve bilimum kaba etten uyduran sözcükler…
Habeşistan…
Kahve…
Şipidık ayaklar…

-Alo?
-Canım bir şey lazım mı?

Eve vardığımda yalnızca günün tüm çabalarına rağmen eskitemediği o kokuyu duyacağımın bilincindeyim.

Evegirmaskeniaspaltonuasayakkabıkarınıçıkartişeelleriniyıkaburnunuyastığınagömonukoklavetümsıkıntılarıunutyinepembebirbulut!

-hoh…0…
-hoh…0…0…
-hoh…0…0…0…

Her zamanki kahvesel monotonluğumla, bir devenin hörgüçlerinden ciğerlerime çektiğim zifte bulanmış birbirinin tipkısının fotokopisi küçük ziftçikler üflüyorum…

Evin küçük olmasının en büyük dezavantajı da bu, mutfakta kapıyı pencereyi kapatmadan içersem şu mereti, illa ki evi sarıyor develerin sıçtıkları zift. Bana kalsa ben mutluyum deveciklerimle ama ve lakin o tiksiniyor, hatta ve hatta tiSkiniyor.

-Canıııııııııııııııııım!!!!!!!!!

Lan?!!

Ulan yine kitlenmiş beyinceğizim iyi mi?
Hayır, bazen varlığımdan şuphe ediyorum. İnsan dudağında deveyle kilitlenir mi be!
Allahtan sıçmadı, götünde kalmış boku…

Saat 21:00, eve geleli yarım saat olmuş, ben güya ona yemek hazırlayacaktım, aynen ‘’rasgele 1071’’ dün’de ve ‘’seçilmiş 2007’’ yarın’da hep yaptığım gibi… O bittabi bunu umursamadan kondurdu yanağıma opucüğü, opme pislendi suratım dedim, dinlemedi… Maskesizlikten pislenen suratlar çok seksiymiş…

-Sana not bırakmıştım, aldın mı?

Tabi ki almadım. Soru mu bu?
Olası bir notun okunana kadar var olma rolü yapabileceği yerleri kestirmeye çalışırken, buzdolabının üzerine yapışmış arkadaşları ve sıfatları aklıma geldi. Zavallıcık, bizim gibi fırlatip atamıyor ki…
-Eveeet…
-Geliyoooor…
-Hazırlanıyooor…

NOT: ‘’Canım bana yemek ayarlama, iş çıkışı arkadaşlarla yiyeceğiz. Sana bir suprizim var!’’

-Mükkemmel bir kavrayış!

-Eyvah!
-Sürpriz mi?!

Oldum olası nefret ederim sürprizlerden.
Nefesini aldığın birinden sürpriz yemek, gazı kaçmış kola içmek gibi bir şey. Bilindik bir beklenti içerisine girip, beklentinin üzerini mıknatıslarla doldurup, gerçeği yapıştıracak yer bulamamak gibi…
Sürpriz yapması güzel de, yemesi hakikaten gazı kaçmış bir kola…






-Ağlamak istiyorum sayın okuyucular! Ben, ‘’ben’’ olalı böyle cürüm görmedim!

Deveyim ben deve!
‘’Oldum olası bıdı bıdı…’’

Ama…
Ama…
Ben burada kalleşliğime kalleşlik eklerken o, sürprizlere olan garezimi, sevdiğim tek sürprizle suratıma çarpıverdi, hem de olabilecek en şirin şekilde:

-Bana komacan sarılırsan sana kuşların getirdiği sürprizi söylerim!

Yanaklarımdan akan bugün…
Yumurta…
Sürpriz…
Kahve…

Yanaklarımdan zift akarken, ona sarıldım, kokladım, optüm, tekrar sarıldım, tekrar kokladım… Kalbin iradesi olmasa da, beynim gazı bitmeyen Zippo’sunu çaktı içimde, yaktı devesini…

-Kucağında uyusam, rûyalarımın şemsiyesi olup, beni korur musun?


-Perde Kapanır-
-Alkışlar-

IV. Bölüm – Hava Durumu

Soğuk!

Korkuyorum!
Rüyalarımdan!
Hayallerimden!

Karabasanlarım ve kâbuslarım kucaklayın beni, kaçırın şu sarı rûyalardan, yalanlardan…

Yorganım kapat ağzımı, burnumu, kulaklarımı!
Gözlerim siz de direnmeyin!
Kapanın gitsin.

Bacağım lütfen seğirme!
Ellerim çıkın yastığın altından!
Ayaklarım girin yorganın içine, üşüyorsunuz!

Kapım kapanma, sakın kapanma!
Yağmur sakın meraklanma, sen de üzerine yapışan o katranı kusmak istiyorsun!
Benim perdeleri kapatmadan önce yaptığım gibi.
Var gücünle gürle bulut, yardım et yağmura!
Rüzgâr, sen de getir dünyanın yanaklarından akan geçmişi bana….

Dön!

VapurabinDERİNvapurdaninDERİNsokaklarıeskitmekiçinyürüDERİNmaskecivitrinlerindentiksinDERİNonerdeDERİNbunerdeDERİNşunerde?!?!!

Dön!

‘’-Derin, oğlum üşüyeceksin, sıkı giyin!
Biliyorum anne.
Üşümek istiyorum ben.
Beyaz önlüklü şişman, geoit mavi doktorun tantosunu⅔* hissetmek istiyorum tenimde; devinip durduğum insan çiftliğinin tüm pisliğini kabuğumun içine zerk edip, vücudumdaki 50.000.000.000 (evet evet, insan vücudunda ortalama elli milyar kıl varmışmişmuş ) askerin şişen siperlerinde ‘’hazır ol’’ a geçmelerini.
İlginçtir, en ufak bir ürpermede 50 milyar asker ‘’hazır ol’’ çekerken, kafadaki topu topu 110.000 askerin ‘tık’sız olması. Reddediyor sanırım düşünen askerler…

-Derin, oğlum erken dön eve!
Döneceğim anne.
Meşhur öyküdeki Jack’e fevkalâde öykünüyorum, fakat benim amacım onun gibi toprağa fasulye ekip bulutlara çıkmak değil, milyonlarca fotoğraf [ç]ekmek istiyorum ben, toprağa da değil, maskelilerin zihinlerine…’’

Dön!

Uyku ile uyanıklık arasındaki afyonsal sarsıntıların yansıması olarak, kalkip içilen bir bardak soğuk su belki de gırtlağımdan mideme infial eden bir nevi patlaTıcı kimyasaldır. Tetik mekanizması da monotonluğunu kırmaya çalıştığım uykumda, attığım 3’lü toylup ve 4’lü aksıllar olsa gerek. Anlaşılan o ki astral dünyaların buzlu zeminlerinde sahnelenen serbest stil balolar korkutuyor beni.

Kalksoğukbirbardaksuiçdönüşyolundatuvaleteuğraişekoşyatağınaonugörveeminol:

Dön!

O seni bekliyor görünmez şemsiyesiyle…

Korkuyorum!
KORKUYORUM!

Beceremediğimdürüstlüğümden, maskesizrollerimden, maskelibalolardan, monotonluğavealışalanaduyduğumAŞKtan, kestiremediğimrûyalarımdan, engelleyemediğimhayallerimden, zerkedilenpisliklerden, maviönlüklüşişmandoktordan, yanaklarımdakiziftten, heveskârlardan, kocakafalardan, şipidıkayaklardan, sıçamayandevelerden, sürprizyumurtalardan, kahvedenbile…

Alıştığım her şey korkutuyor beni, kaybetmenin korkusu bu, neden böyle bilmiyorum, bilmek de istemiyorum!
Kafam patlayacak gibi! OOOFFFF!!!

Dön!

<-
->
<-
->
<-
->
<-
->
<-
->
<-
->
<-
->
<-
->

Sıcak!


Düşey ve yatay tensel sürtünmelerin çıkarttığı ısıyla olgunun buzulları eridikçe ve (asi)llerin siperlerinden fışkıran pislikler yükseldikçe ‘’hazır ol!’’ daki askerler gevşiyor, siperler sönüyor.

Ne idüğü belirsiz ‘’astral’’ balosuz maskelerde içilen kahvelerin sıcaklığı, yorganın altındaki ‘’(m)astral’’ pistleri ısıtıyor, buz patencileri ufak bir metamorfozun ardından oluveriyorlar düş sörfçüleri…
Oysa ben her gece ateşi yeniden bulmak istiyorum ‘’gensel’’ sürtünmelerle heyecanın yakıtlık yaptığı kalorifer dairelerinde.
Gel gör ki anlaşıldığı üzere ve bir berberin diğer berbere pireberber dediği gibi; bizim askerler grevde…

Sanırım ay ısırığının içleri ısıtip güneşli güllerin gürleyerek askerlere emirler yağdırdığı günü beklerken, denizlerin buharlaşip asil kanlara tuz kattığı günler 2–80’lik bir uzanma aldı önümde.

Yakamoz denilen şeyin ‘’akissel’’(yansımasal da kaba etten uydurulan bir kelime ama daha anlaşılır sanırım, meeeh banane) boyutlarında iradi bir durum var sanki.
Benim aksettirme iradesizi tenimdeki siperleri işgal eden gerçekler, beynin pembe kıvrımlarında kararip ‘’cerebral cortex’’ime (evet artizlik yapıyorum, gözden giren ışığın beyinde düştüğü yerin adı bu, bir nevi camera obscura⅜*) aksediyor aksetmesine ama bu yan(ıl)sıma büyükçe kendini ele veriyor: siyah bir nokta!

Dön!

Hmm…
Buralar ‘’ılınmaya’’ başladı…
Şemsiye açıldı sanırım, ne o aşırı soğuk kaldı, ne de sıcak…
Gri bir yarı-gölgede rûyalarımın ‘’siesta’’sındayım artık…

Evet!

Yorganım artık bırak ağzımı, burnumu, kulaklarımı!
Gözlerim siz de direnmeyin!
Açılın artık!

Bacağım sen de gerileceksen geril!
Ellerim sarılın ona!
Ayaklarım dolanın ayaklarına!

Kapım söz dinlemeyip kapanmışsın, var gücünle açıl, çarp sağa sola!
Yağmur sakin gördüm seni, berrak, tatlı…
Benim her sabah perdeleri açarken olduğum gibi.
Var gücünle çekil bulut, yardım et güneşe!
Rüzgâr, sen de getir dünyaMın göğsündeki kahve kokusunu..

Kahve…

Yahu…

Benim bildiğim şemsiye yağmurdan önce açılır, üşüyenin üzeri örtülür, pişenin yüreğine su serpilir…

*ş*
*şı*
*şip*
*şipi*
*şipid*
*şipidı*
*şipidık*

Sonunda…
Bu sabah ‘’Bizarre Love Triangle çalıyor baksana…

‘’Everytime i see you falling i, get down on my knees and pray
Waiting for the final moment you, say the words that i can’t say’’





Güneş Haksever


















⅓* = Bugünkü Etiyopya.
⅔* = Japon bıçak veya kamasıdır. Onuru korumak için yapılan ‘’Harakiri’’ seremonilerinde kullanılır.
⅜* = 16. yy. da ressamların çizecekleri objeleri direkt olarak kâğıda yansıtmalarını sağlayan, dört tarafı kapalı, sadece küçücük bir delikten ışık alan oda. Daha sonraları fotoğraf makinesinin temelini oluşturan kutucuk.

Dileyeneaforizma


Doubt

Mutüntü

“Bu, içimdekilerin dijital ve ruhsuz bir daktiloyla ekrana dökülmesidir. Şayet gerçek bir daktiloyla yazıyor olsaydım, vuruşlardan halet-i ruhiyemi anlayabilirdiniz.”

Efendim şöyle:

Can yanması nedir bilir misiniz?

Elin kesilir canın yanar, geçer.

Düşersin canın yanar, geçer.

Üzülürsün canın yanar, geçer.


Mi?


Montaigne’di sanırım, demişti ki

‘’Mutlu olmak, mutluluğu aramamaktır.’’

Fazla doğru.


Mutluluğu aramak nedir ki?

Mutlu olma çabasıdır.


Yaramaz veletler, yedikleri dondurmaların çubuklarıyla toprakta -ağızlarının içine benzeyen- çukurlar açarlar, içine tukurup çamur yaparlar.


Sen de veletlerin çukura attıkları karıncalar gibi tepinip durursun

Tükürük yersin, sonunda su buharlaşır, kurur, bok olur gidersin.

Kısacası, avucunu yalarsın.


Avucumu yalamaktan dilim 4 numara zımpara, elim ise pürüzsüz...

Avuç tuzlu…

Fazla tuz, kalbe zararlı…


Hem tuzdan, hem de beynimin gönderdiği ‘daha çok kan!’’ emrinin keskinliğiyle, refleksif bir içgüdünün göğsümün sol tarafına gidip, muhitini lava bulamasından…

Bilinmelidir ki, “daha çok kan!” er geç beyne ulaşacaktır, beyin hazırlıklı olduğunu sanacak kadar küstahtır…

Can yanması da budur…

Damarlardan kan değil, lav akmasıdır.

Lavların beyne ulaşmasıdır.


Montaigne’den hareket edelim.

Mutluluğu aramak gereksizse eğer, bu durumda akla mutlu olanlara bakmak gelecektir.

Aranacak pek bir şey yok.


Anneme ve babama bakıyorum, mutlular.

Ben de mutlu muyum şimdi?

Onlar'a bakıyorum, mutlular.

Ben de mutlu muyum peki?

Yanlış benim biricik “okurum”.

Başkasının mutluluğuna bakarak ancak 31 çekersin, mutlu falan olmazsın.

Mutluluk simülasyonunu yaşar, gece ıslak uyanırsın.

Hissedeceklerin ise ‘’ıslak’’ bir geceden sonra hissedeceklerinle -ilginç bir şekilde- son derece eşdeğerdir:


“Korkunç bir haz duydum, rûyalarımı gerçek sandım, vücudumun tamamı titredi ve ‘’mutlu’’ ve “sıcak” sona ulaştım.”


Uyanana kadar.


“Uyandıktan sonra, yapış yapış olmuş bir don, şort; ıslanmış çarşaflar ve rezil bir kokuya sahip olduğumu fark ettim. Tüm bunlar beni son derece huzursuz etti.
Bu da yetmedi, kendi pisliğimde çürüme duygusu, benliğimden nefret etme hali geldi, bacaklarımı karnıma doğru çektim, kendi pisliğimde kıvrıldım, kaldım.”


Kendine gelene kadar.


“Akabinde, kan malum uzvumdan beynime sıçradı. Sinirlenip derhal duşa girdim.”


Mutluluk da böyle olsaydı…

Duşa gir, altını üstünü değiştir.

Duşa gir, nevresimini değiştir.

Bitti!

Tertemiz bir beden,

Tertemiz giysiler

Ve tertemiz bir yatak.

Yepyeni bir uyku…


Mutluluk bu değil.

“Canımın içi”

doğu algısı,

ying’i ve yang’ı;

bok vardı her kavramın bünyesinde olumsuzunu da taşıdığını öngördün, aferin…

Üzüntü yerine mutluluk diyeceğim bundan sonra.

Nasıl olsa üzüntü denilen şey sadece mutluluğun bünyesinde var.

Nasıl olsa üzüntü denilen şey gerçekleşmeyen mutluluk beklentisinden başka bir "şey" değil.
GevŞEYen sinirler…


Tüm bu kavramları DNA’larımıza işleyen insanoğlunun evrimine “incir yaprağımın altındaki”ni sokayım çok affedersiniz.

Mecbur bırakılmış vaziyette hissediyorum şu an hissettiklerimi.

Neden mi?

Çünkü angut insan beyni böyle koşullanmış binlerce yıl boyunca.

Hep aynı hisleri duyup, hep aynı düşüncelere saplanmış.

Aşamıyoruz, çünkü evrim böyle bir şey.

Geliştikçe, eskiyi kromozomlara kazıyor evrim.

Mutluluk gibi…

Zihne kazınan üzüntülerin olumsuzudur çünkü mutluluk.

Böyle evrimleşiyor bu kavram da zihinde.

Böyle DEViniyor.


Bünyeden bünyeye değişecektir ama ben bu lanet kavramın evrimle gelişeceğine inancımı yitirmenin e şiğindeyim.

Bize DEVRIM gerek!


Göreceğin üzere, hislerimden ve düşüncelerimden ötürü son derece huzursuzum.

Gecenin 01:15’inde

kapı pencere açık,

giyinik vaziyette

klavyemle

sevişiyorum.


Sevgili okur;
Rica ederim, bu yazıyla muhatabiyetin sana: “Bu yazıyı yazanı görsem ona amma garip garip bakardım he!”

dedirtsin.

Sizinle okuşma fırsatımız çok olmuyor ne yazık ki.

Dolayısıyla böyle ulaşmak zorundayım size.

Kabulleniyorum,

Evet kabulleniyorum!

Kabullenmişlik hissedilenler üzerinde,

hiç ama hiç etkili değil.

Henüz...

Sabırsızım.

Evet.

Bırak da olayım ama di mi?

Mutluluk da böyle işte…


Sabrın tükendiği anlarda gülümsemek de denebilir.

Mutlu olmak mı istiyorum?

Kalıtsal olarak.

Evet...


İstesem de istemesem de isteyeceğim mecburen.


“Kafam düzülmekten değme orospulara taş çıkarır oldu şerefsizim.”


Dedirtirdim,okuduğun yazıda benim söyleyemediklerimi harflendiren zavallı karakterime…

Senin kafan ne alemde?

Berbat hissetmenin şerefine!

Erdem denilen havadisin içsel çalkantılarda bu noktalara ulaşması gerçekten,

Fandımentıl!

İnsanın kafasından geçen her şey ile barışık ve karışık olması böyle bir şey işte.

Bok var sanki…







İyi Geceler!


Sometimes

Dreamspace Reloaded 21 by DenisOlivier
I want to be this giraffe.

Bass


Bittersweet Symphony


Sapan


Sapan

Join the community to add your comment. Already a deviant? Log In


Mando Diao




Some of you may know that Mando Diao has released a new album: Give Me Fire.
It's amazing how the album grasps you, never lets you listen to anything else...
That's what it did to me anyway.
I suggest all who takes their precious time to read this journal to listen to the new album...

Ok.
Now some info.
My final exams are just 9 days away now.
Being a 4'th grader in law school and working 3 days a week in a law firm is kinda hard and much time consuming.
I can't find the creativity or guts in me to take any photographs for at least 6 months...
I ain't happy with it...
I want to take photographs again.
I need the emotional push for it. It's been quite silent around here for a year now...
I use all the free time i have to read and create in other mediums though, I'm writing short stories, law-related articles and of course, playing the bass. (one of which got published in a law-related magazine, it was a huge surprise)
Oh and some bad news, for me anyway, my old band "Sapan" kinda got disbanded...
Well, not officially disbanded but it doesn't seem like we'll be playing or recording anymore...

Anyway, that's kinda all about me for now.
Wanted to get rid of the old journal...

:peace:
:sun:

Mando Diao</strong>


Bazılarınızın bileceği üzere, Mando Diao yeni bir albüm piyasaya sürdü: Give Me Fire.
Albüm öyle bir yakalıyor ki, insanın başka şey dinleyesi gelmiyor.
En azından benim için durum böyle.
Kıymetli vaktini ayırip bu cörnılı okuyan herkese şiddetle yeni albümü dinlemelerini tavsiye ediyorum.

Biraz bilgi.
Finallere kaldı 9 gün.
4. sınıf hukuk öğrencisi olmak ve haftanın üç günü işe gidip gelmek hakikaten zor .
İnsanın hiçbir şey yapmaya vakti kalmıyor.

Şu aralar fotoğraf çekmek için ne yaratıcılığı ne de “götü”bulabiliyorum kendimde.
Rezil bir durum.
Bence fotoğraf çekmek “göt” isteyen bir şey, o nedenle iyi-kötü ayırt etmeksizin her fotoğraf çekene saygı duyuyorum.
Yeniden fotoğraf çekmek istiyorum.
Bunun için de duygusal olarak itilmeye ihtiyacım var.
Ortalık aşağı yukarı bir yıldır sessiz…

Tüm boş vaktimi okuyup bir şeyler yazarak geçiriyorum. Hikaye olsun, deneme olsun, hukuki makale olsun …(Nisan ayı Güncel Hukuk dergisinde yayımlandı bir tanesi, acayip şaşırdım.) Ha bir de bass çalmaya devam tabii ki…
Ha bir de, “Sapan” dağıldı gibi bir şey. Resmen dağılmış değiliz de, öyle işte…

Neyse, benden bu kadar şimdilik.
Eski cörnıldan kurtulmam gerekiyordu.

:peace:
:sun:


Gnshksvr'den Denemeler


:sun:</b>

Mutüntü

“Bu, içimdekilerin dijital ve ruhsuz bir daktiloyla ekrana dökülmesidir. Şayet gerçek bir daktiloyla yazıyor olsaydım, vuruşlardan halet-i ruhiyemi anlayabilirdiniz.”

Efendim şöyle:

Can yanması nedir bilir misiniz?

Elin kesilir canın yanar, geçer.

Düşersin canın yanar, geçer.

Üzülürsün canın yanar, geçer.


Mi?


Montaigne’di sanırım, demişti ki

‘’Mutlu olmak, mutluluğu aramamaktır.’’

Fazla doğru.


Mutluluğu aramak nedir ki?

Mutlu olma çabasıdır.


Yaramaz veletler, yedikleri dondurmaların çubuklarıyla toprakta -ağızlarının içine benzeyen- çukurlar açarlar, içine tukurup çamur yaparlar.


Sen de veletlerin çukura attıkları karıncalar gibi tepinip durursun

Tükürük yersin, sonunda su buharlaşır, kurur, bok olur gidersin.

Kısacası, avucunu yalarsın.


Avucumu yalamaktan dilim 4 numara zımpara, elim ise pürüzsüz...

Avuç tuzlu…

Fazla tuz, kalbe zararlı…


Hem tuzdan, hem de beynimin gönderdiği ‘daha çok kan!’’ emrinin keskinliğiyle, refleksif bir içgüdünün göğsümün sol tarafına gidip, muhitini lava bulamasından…

Bilinmelidir ki, “daha çok kan!” er geç beyne ulaşacaktır, beyin hazırlıklı olduğunu sanacak kadar küstahtır…

Can yanması da budur…

Damarlardan kan değil, lav akmasıdır.

Lavların beyne ulaşmasıdır.


Montaigne’den hareket edelim.

Mutluluğu aramak gereksizse eğer, bu durumda akla mutlu olanlara bakmak gelecektir.

Aranacak pek bir şey yok.


Anneme ve babama bakıyorum, mutlular.

Ben de mutlu muyum şimdi?

Onlar'a bakıyorum, mutlular.

Ben de mutlu muyum peki?

Yanlış benim biricik “okurum”.

Başkasının mutluluğuna bakarak ancak 31 çekersin, mutlu falan olmazsın.

Mutluluk simülasyonunu yaşar, gece ıslak uyanırsın.

Hissedeceklerin ise ‘’ıslak’’ bir geceden sonra hissedeceklerinle -ilginç bir şekilde- son derece eşdeğerdir:


“Korkunç bir haz duydum, rûyalarımı gerçek sandım, vücudumun tamamı titredi ve ‘’mutlu’’ ve “sıcak” sona ulaştım.”


Uyanana kadar.


“Uyandıktan sonra, yapış yapış olmuş bir don, şort; ıslanmış çarşaflar ve rezil bir kokuya sahip olduğumu fark ettim. Tüm bunlar beni son derece huzursuz etti.
Bu da yetmedi, kendi pisliğimde çürüme duygusu, benliğimden nefret etme hali geldi, bacaklarımı karnıma doğru çektim, kendi pisliğimde kıvrıldım, kaldım.”


Kendine gelene kadar.


“Akabinde, kan malum uzvumdan beynime sıçradı. Sinirlenip derhal duşa girdim.”


Mutluluk da böyle olsaydı…

Duşa gir, altını üstünü değiştir.

Duşa gir, nevresimini değiştir.

Bitti!

Tertemiz bir beden,

Tertemiz giysiler

Ve tertemiz bir yatak.

Yepyeni bir uyku…


Mutluluk bu değil.

“Canımın içi”

doğu algısı,

ying’i ve yang’ı;

bok vardı her kavramın bünyesinde olumsuzunu da taşıdığını öngördün, aferin…

Üzüntü yerine mutluluk diyeceğim bundan sonra.

Nasıl olsa üzüntü denilen şey sadece mutluluğun bünyesinde var.

Nasıl olsa üzüntü denilen şey gerçekleşmeyen mutluluk beklentisinden başka bir "şey" değil.
GevŞEYen sinirler…


Tüm bu kavramları DNA’larımıza işleyen insanoğlunun evrimine “incir yaprağımın altındaki”ni sokayım çok affedersiniz.

Mecbur bırakılmış vaziyette hissediyorum şu an hissettiklerimi.

Neden mi?

Çünkü angut insan beyni böyle koşullanmış binlerce yıl boyunca.

Hep aynı hisleri duyup, hep aynı düşüncelere saplanmış.

Aşamıyoruz, çünkü evrim böyle bir şey.

Geliştikçe, eskiyi kromozomlara kazıyor evrim.

Mutluluk gibi…

Zihne kazınan üzüntülerin olumsuzudur çünkü mutluluk.

Böyle evrimleşiyor bu kavram da zihinde.

Böyle DEViniyor.


Bünyeden bünyeye değişecektir ama ben bu lanet kavramın evrimle gelişeceğine inancımı yitirmenin e şiğindeyim.

Bize DEVRIM gerek!


Göreceğin üzere, hislerimden ve düşüncelerimden ötürü son derece huzursuzum.

Gecenin 01:15’inde

kapı pencere açık,

giyinik vaziyette

klavyemle

sevişiyorum.


Sevgili okur;
Rica ederim, bu yazıyla muhatabiyetin sana: “Bu yazıyı yazanı görsem ona amma garip garip bakardım he!”

dedirtsin.

Sizinle okuşma fırsatımız çok olmuyor ne yazık ki.

Dolayısıyla böyle ulaşmak zorundayım size.

Kabulleniyorum,

Evet kabulleniyorum!

Kabullenmişlik hissedilenler üzerinde,

hiç ama hiç etkili değil.

Henüz...

Sabırsızım.

Evet.

Bırak da olayım ama di mi?

Mutluluk da böyle işte…


Sabrın tükendiği anlarda gülümsemek de denebilir.

Mutlu olmak mı istiyorum?

Kalıtsal olarak.

Evet...


İstesem de istemesem de isteyeceğim mecburen.


“Kafam düzülmekten değme orospulara taş çıkarır oldu şerefsizim.”


Dedirtirdim,okuduğun yazıda benim söyleyemediklerimi harflendiren zavallı karakterime…

Senin kafan ne alemde?

Berbat hissetmenin şerefine!

Erdem denilen havadisin içsel çalkantılarda bu noktalara ulaşması gerçekten,

Fandımentıl!

İnsanın kafasından geçen her şey ile barışık ve karışık olması böyle bir şey işte.

Bok var sanki…







İyi Geceler!





Features




Bass


Bittersweet Symphony


I do play on the F key...

</strong>
V


Listen to the Voice of V...

Voilà!
In View, a humble Vaudevillian Veteran cast Vicariously as both Victim and Villain by the Vicissitudes of fate.
This Visage, no mere Veneer of Vanity is a Vestige of the ''Vox populi'', now Vacant, Vanished.
However, this Valorous Visitation of a bygone Vexation stands Vivified and has Vowed to Vanquish these Venal and Virulent Vermin Vanguarding Vice and Vouchsafing the Violently Vicious and Voracious Violation of Volition.

The only Verdict is Vengeance, a Vendetta held as a Votive not in Vain, for the Value and Veracity of such shall one day Vindicate the Vigilant and the Virtuous.
Verily, this Vichyssoise of Verbiage Veers most Verbose.

So let me simply add that it's
my very good honor to meet you and you may call me V.





Join the community to add your comment. Already a deviant? Log In


Look at the skies, not the showcases!





The header is written under a showcase in Athens/Greece.
I won't comment, i support the activists, and that's all i'm gonna say.

:peace:
:sun:

Vitrinlere değil,gökyüzüne bakın!</strong>


Bu, Atina'da bir dükkanın vitrininin altına yazılmış bir duvar yazısı.
Yoruma lüzum yok, destekliyorum.

:peace:
:sun:


Gnshksvr'den Denemeler


:sun:</b>

Mutüntü

“Bu, içimdekilerin dijital ve ruhsuz bir daktiloyla ekrana dökülmesidir. Şayet gerçek bir daktiloyla yazıyor olsaydım, vuruşlardan halet-i ruhiyemi anlayabilirdiniz.”

Efendim şöyle:

Can yanması nedir bilir misiniz?

Elin kesilir canın yanar, geçer.

Düşersin canın yanar, geçer.

Üzülürsün canın yanar, geçer.


Mi?


Montaigne’di sanırım, demişti ki

‘’Mutlu olmak, mutluluğu aramamaktır.’’

Fazla doğru.


Mutluluğu aramak nedir ki?

Mutlu olma çabasıdır.


Yaramaz veletler, yedikleri dondurmaların çubuklarıyla toprakta -ağızlarının içine benzeyen- çukurlar açarlar, içine tukurup çamur yaparlar.


Sen de veletlerin çukura attıkları karıncalar gibi tepinip durursun

Tükürük yersin, sonunda su buharlaşır, kurur, bok olur gidersin.

Kısacası, avucunu yalarsın.


Avucumu yalamaktan dilim 4 numara zımpara, elim ise pürüzsüz...

Avuç tuzlu…

Fazla tuz, kalbe zararlı…


Hem tuzdan, hem de beynimin gönderdiği ‘daha çok kan!’’ emrinin keskinliğiyle, refleksif bir içgüdünün göğsümün sol tarafına gidip, muhitini lava bulamasından…

Bilinmelidir ki, “daha çok kan!” er geç beyne ulaşacaktır, beyin hazırlıklı olduğunu sanacak kadar küstahtır…

Can yanması da budur…

Damarlardan kan değil, lav akmasıdır.

Lavların beyne ulaşmasıdır.


Montaigne’den hareket edelim.

Mutluluğu aramak gereksizse eğer, bu durumda akla mutlu olanlara bakmak gelecektir.

Aranacak pek bir şey yok.


Anneme ve babama bakıyorum, mutlular.

Ben de mutlu muyum şimdi?

Onlar'a bakıyorum, mutlular.

Ben de mutlu muyum peki?

Yanlış benim biricik “okurum”.

Başkasının mutluluğuna bakarak ancak 31 çekersin, mutlu falan olmazsın.

Mutluluk simülasyonunu yaşar, gece ıslak uyanırsın.

Hissedeceklerin ise ‘’ıslak’’ bir geceden sonra hissedeceklerinle -ilginç bir şekilde- son derece eşdeğerdir:


“Korkunç bir haz duydum, rûyalarımı gerçek sandım, vücudumun tamamı titredi ve ‘’mutlu’’ ve “sıcak” sona ulaştım.”


Uyanana kadar.


“Uyandıktan sonra, yapış yapış olmuş bir don, şort; ıslanmış çarşaflar ve rezil bir kokuya sahip olduğumu fark ettim. Tüm bunlar beni son derece huzursuz etti.
Bu da yetmedi, kendi pisliğimde çürüme duygusu, benliğimden nefret etme hali geldi, bacaklarımı karnıma doğru çektim, kendi pisliğimde kıvrıldım, kaldım.”


Kendine gelene kadar.


“Akabinde, kan malum uzvumdan beynime sıçradı. Sinirlenip derhal duşa girdim.”


Mutluluk da böyle olsaydı…

Duşa gir, altını üstünü değiştir.

Duşa gir, nevresimini değiştir.

Bitti!

Tertemiz bir beden,

Tertemiz giysiler

Ve tertemiz bir yatak.

Yepyeni bir uyku…


Mutluluk bu değil.

“Canımın içi”

doğu algısı,

ying’i ve yang’ı;

bok vardı her kavramın bünyesinde olumsuzunu da taşıdığını öngördün, aferin…

Üzüntü yerine mutluluk diyeceğim bundan sonra.

Nasıl olsa üzüntü denilen şey sadece mutluluğun bünyesinde var.

Nasıl olsa üzüntü denilen şey gerçekleşmeyen mutluluk beklentisinden başka bir "şey" değil.
GevŞEYen sinirler…


Tüm bu kavramları DNA’larımıza işleyen insanoğlunun evrimine “incir yaprağımın altındaki”ni sokayım çok affedersiniz.

Mecbur bırakılmış vaziyette hissediyorum şu an hissettiklerimi.

Neden mi?

Çünkü angut insan beyni böyle koşullanmış binlerce yıl boyunca.

Hep aynı hisleri duyup, hep aynı düşüncelere saplanmış.

Aşamıyoruz, çünkü evrim böyle bir şey.

Geliştikçe, eskiyi kromozomlara kazıyor evrim.

Mutluluk gibi…

Zihne kazınan üzüntülerin olumsuzudur çünkü mutluluk.

Böyle evrimleşiyor bu kavram da zihinde.

Böyle DEViniyor.


Bünyeden bünyeye değişecektir ama ben bu lanet kavramın evrimle gelişeceğine inancımı yitirmenin e şiğindeyim.

Bize DEVRIM gerek!


Göreceğin üzere, hislerimden ve düşüncelerimden ötürü son derece huzursuzum.

Gecenin 01:15’inde

kapı pencere açık,

giyinik vaziyette

klavyemle

sevişiyorum.


Sevgili okur;
Rica ederim, bu yazıyla muhatabiyetin sana: “Bu yazıyı yazanı görsem ona amma garip garip bakardım he!”

dedirtsin.

Sizinle okuşma fırsatımız çok olmuyor ne yazık ki.

Dolayısıyla böyle ulaşmak zorundayım size.

Kabulleniyorum,

Evet kabulleniyorum!

Kabullenmişlik hissedilenler üzerinde,

hiç ama hiç etkili değil.

Henüz...

Sabırsızım.

Evet.

Bırak da olayım ama di mi?

Mutluluk da böyle işte…


Sabrın tükendiği anlarda gülümsemek de denebilir.

Mutlu olmak mı istiyorum?

Kalıtsal olarak.

Evet...


İstesem de istemesem de isteyeceğim mecburen.


“Kafam düzülmekten değme orospulara taş çıkarır oldu şerefsizim.”


Dedirtirdim,okuduğun yazıda benim söyleyemediklerimi harflendiren zavallı karakterime…

Senin kafan ne alemde?

Berbat hissetmenin şerefine!

Erdem denilen havadisin içsel çalkantılarda bu noktalara ulaşması gerçekten,

Fandımentıl!

İnsanın kafasından geçen her şey ile barışık ve karışık olması böyle bir şey işte.

Bok var sanki…







İyi Geceler!





Lifetime Faves

:peace:</b>
:thumb54858959: Darkness by muratsuyur Natural Born Killers by muratsuyur
In Sight of Apocalypse by arcipello:thumb64934584::thumb66912415:
2mANY people 2mANY thoughts by Y4why serhat..masal.. by sandman-f
up and away by lilbittydemon Nutella03 by FootosDotCom wgfm . . . I by mehmeturgut
:thumb64166720:
See more...



Bass


Bittersweet Symphony


I do play on the F key with SAPAN!


</strong>
V


Listen to the Voice of V...

Voilà!
In View, a humble Vaudevillian Veteran cast Vicariously as both Victim and Villain by the Vicissitudes of fate.
This Visage, no mere Veneer of Vanity is a Vestige of the ''Vox populi'', now Vacant, Vanished.
However, this Valorous Visitation of a bygone Vexation stands Vivified and has Vowed to Vanquish these Venal and Virulent Vermin Vanguarding Vice and Vouchsafing the Violently Vicious and Voracious Violation of Volition.

The only Verdict is Vengeance, a Vendetta held as a Votive not in Vain, for the Value and Veracity of such shall one day Vindicate the Vigilant and the Virtuous.
Verily, this Vichyssoise of Verbiage Veers most Verbose.

So let me simply add that it's
my very good honor to meet you and you may call me V.





Join the community to add your comment. Already a deviant? Log In


Notice!!!


Make sure you check this out and support this guy...

:icontomislav-moze:

:peace:

:heart: DD :heart:



Q?


My First DD! :w00t:
Thanks to everyone that faves and comments it, they are all important to me.

Huge thanks to insaneone and aeon-100 for suggesting and evanhwong for featuring !

:peace:
:sun:


GNSHKSVR'den öyküler


:sun:</b>

I. Bölüm - Kahvaltı

Kahve…
Her sabah aynı kokuyla uyanmak ne kadar monotonluğu çağrıştırsa da söz konusu kahve kokusuyla uyanmak olunca monotonluğun bile çekici bir yanı oluyor. Acaba kahvenin ana vatanı Habeşistan’ da kara-kurular ⅓* ‘’sihirli meyve’’ yi ekmeklerine katarken, ekmeklerini ‘’sihirli meyve’’ den çıkaracaklarını biliyorlar mıydı? Acaba Suriye’den kalkip gelen iki Arap, Mısır Çarşısı’ndaki dükkânlarını açmasalar tiryaki olur muydum?
Kim bilir, kimin umurunda, kim takar, Kasımpaşa ve bilimum umursamaz sözcükler…
İnsan ne kadar uyumayı, uykuyu sevmez olursa olsun, sıcacık yataktan kalkarken kendini kaplumbağa ile sümüklü böcek arası ‘’bir şey’’ hissediyor.
Yorgan kabuğum oluveriyor, rûyalarımı koruyan…
Rûyalar…
Kahve…
Sevgili…
Kahvaltı…
Ahh, tercih yapması zor, uyur numarası mı yapsam az sonra onun tarafından dudaklarıma kondurulacak küçük, ıslak ve soğuk bir opucükle uyandırılacağımın bilinciyle?
Yoksa kalkip kahveye mi saldırsam?
Yoksa kalkip, çıkip ona gazete mi alsam? Nasıl olsa o almamıştır.
Kararımı verdim, uyur numarası yapacağım, baksana ıslık çalip şarkı söyleyerek ve ‘’wonderwall’ un ritmiyle şipıdık ayaklarını yere vurarak gelmeye başladı bile…
Terbiyesiz uyuduğumu bile bile müzik açmış, düşüncesiz…

‘’ And all the roads we have to walk along are winding
And all the lights that lead us there are blinding’’

- MmMMmMmuuuuaaahHHhHh!
- Günaydın!

Her gün aynı şey, ufak bir nazlanma, çıkarılan abuk subuk sesler, yorganın içinde spastik hareketler ve sonunda kolları, bacakları, boynu, sırtı, göğsü, popoyu mümkün olduğunca kasarak kan dolaşımını hızlandırma çabası; maksat ‘’oraya’’ kan gitsin de açılalım!
Ardından gelen onu yanıma alma isteği, koklamak, opmek, sevişmek…
Sonrasında karşılaşılan engeller:
‘’Çayın altı açık!’’
‘’Yumurta yapıyorum yanar bak!’’
‘’Haberlerde başbakan konuşuyor!’’
• Yok artık!
‘’İşe geç kalacağız!’’
‘’Başım ağrıyor!’’
• Biraz yaratıcı ol yahu!

Bu sabah da numara sökmedi, işin ilginci hafta içi yutmuyor da hafta sonu maşallah yanıma uzandı mı kalkmak bilmiyor. Şikâyet falan etmiyorum tabiî.





Ne diyordum?

O şipıdık şipıdık geldi, az önce okuduğun şekilde kondurdu küçük, ıslak ve soğuk opucüğünü –opmeden önce soğuk su içer bizim deli, neymiş benim sıcak dudaklarım daha bir tatlı oluyormuş öyle, ne şeker di mi?- ben tabi nazlanıyorum, mırın kırın ediyorum, kısacası kalkmıyorum.

Bencilce değil mi?
O kadar kalkmış, kahve yapmış, kahvaltı hazırlamış, gelmiş opuyor ben hala artistlik taslıyorum. Ayip denen bir şey var!
Ama olsun, çok keyifli böylesi, hem bir opucük kadar ucuz mu canım beni rûyalarımdan çekip çıkarmak?
Gerçi uyanınca da başka bir rûya ya, neyse…

Sonunda uyandım tabiî ki, açıkçası tırstım buzdolabından çıkmış bir bardak suyun üzerime boşaltılmasıyla tehdit edilince.

Off…
Yataktankalkgitduşalgiyinkahvaltıetişegitakşamakadarçalışişyetişmesinevegelçalışsonraogelsinvebütündertlerbitsin!
Ohh…
Uyanır uyanmaz kaynar suyla alınan bir duş gibisi yok, özellikle dünkü ‘’hareketli’’ geceden sonra…
Anlarsın ya!...
Bir de şu tıraş derdi yok mu her sabah, mübarek kaptanmağaraadamı bir, ben iki! Neymiş temiz suratlı olunca onların deyimiyle daha "pirezentabıl" oluyormuşuz, hadi ulan oradan!
En azından ‘’o’’ var, üşenmiyor her sabah tıraş ediyor yüzümü, böylece dünün anısı da yanaklarımdan akip gidiyor. Arkasında yumuşacık ve pürüzsüz bir surat bırakıyor ki, güneşin ufku aşarak getirdiği günün monoton dertleri yine kirletsin yanaklarımı. Düşmesin yere olası gözyaşlarım, sadece günün kirinin arasından sıyrılip ona yapışsınlar…
Tıraş münasebetinin en güzel yanı arkasından gelen temiz surata opücuk kesinlikle. Opucüklerle çok haşır neşir olduğumu düşünüyorsun değil mi?
Ama onlar olmasa rûyalarımı hatırlayamam ki…

İşte bu!
Harikûlade bir kahvaltı masası:

- Kahve
o Meyve suyu
+ Peynir türleri
• Reçel türleri
- Zeytin türleri
o Nutella
+ Taze ekmek

Hepsi de misler gibi kokuyor.
Gerçi ‘’o’’ olmasa, bunların hiçbirinin ciğerlerime çektiğim “havanın” beynim tarafından anlamlandırılması dışında bir özelliği olmazdı.



Ve yine off…
Çok mu bağlanıyorum?
Biz bir alışkanlık mı olduk?
Eyvah sonumuz ne olacak?

Evlenmek mi gerek?
Evlenir mi ki benimle?

Sorular… Sorular…
Alışkanlık olmasından korkuyorum, çok değer verilen şeyler, çok emek gösterilen, üzerinde çaba sarf edilen şeyler alışkanlık olmamalılar bence. Bu her zaman bir kişi olmak zorunda da değil, iş de olabilir, eşya da olabilir. Alışkanlığın verdiği emin olma duygusu çok tehlikeli, o zaman değer meğer de kalmıyor zaten.
Ne çok düşünüyorum…

- Kahve?
- Hı?

Yuh bana, dalip gitmişim, arada kahvem bitmiş, üzerinde kendisinden büyük bir Nutella parçası -dolapta saklayınca Nutella’yı çikolata gibi oluyor, sertleşiyor biraz, şahane oluyor- duran küçük bir ekmek dilimi kalmış elimde, ağzıma dahi götürmemişim.

Kahvemi doldurdu, her zamanki gülüşmeler, sataşmalar, opuşmeler…
Espriler hiçbir zaman monotonlaşmıyor yalnız, ikimiz de bu konuda son derece yaratıcıyız, bir şeyler buluyoruz.
Arkadan televizyonun sesi geliyor, belli ki yine koyu renk giyinmiş koca kafalar her işin uzmanlığını bilip ne iş olsa yapıyorlar.

Saat 08.30 olmuş, peh peh peh, ben daha yeni yatmıştım yahu!

İşe gitme vakti…

II. Bölüm – Balo

Kahve…
Maskenialpaltonualevdençıkotobüsebinotobüsteninvapurabinkahvenialsigaranıyaktümdertleriniüflevehepsibitsin!
Kahve…
Sigara…
Çay hopurdemesi…
Gazete hışırtısı…
Monoton bir gidişat olunca sarıl kahveye kurtul! Ne âlâ…

Saat 09:00 a gelmiş olmalı, havada da bir ağırlık var, yağmur yağacak gibi, ben de her zamanki yerimde oturuyorum; yan balkon.
Her gün aynı saatte aynı yerden aynı yere aynı kaptanın kullandığı aynı vapura aynı insanlarla binince vapur; binlerce maskelinin –vapurun yolcu kapasitesi 2000 civarı, evet fazla ama inanmıyorsan git bak- okullu olup sınıfları doldurduğu bir balo salonuna dönüşüyor.

Kimisi ağır bir maske takmış, kimisi turuncu, kimisi kokulu, kimisi endişeli, üzgün vesaire vesaire ve bilimum kimliği anlatan sözcükler…
Ama tüm maskelerin gözleri açık, gizleyemiyorlar onlar gözlerini.
Sanırım maskesi olmayan bir ben varım bugün.
Normalde birisi daha var maskesi olmayan:
Her sabah yanıma oturan çocuk, neydi ismi?
Derin.

Çok şeker bir çocuk, 20’lerinde, her sabah "aypod" kulağında, sesi sonuna kadar açık, gelip yanıma oturur birlikte dinleriz "pileylistini". İlginçtir "wonderwall" çalıyor bu sabah.
O da kahve tiryakisi.
Gazetesi eksik olmaz.
Vapura gelene kadar gazetesini bitirmişse açar bir kitap okur, bir şeyler yazar, durmaz yani.
Sessiz sakin bir tip gibi gözüküyor aslında ama kafası zehir gibi.

Hah, geldi!
-Günaydın Derin’ciğim!
-Merhaba, nasılsınız?
Ulan bir sefer de farklı bir cevap ver be, bir paragraf seni pohpohladım durdum burada!
Dalgın gibi bugün biraz, morali bozuk belli ki, kesin hatunlardır problem, ne oldu acaba?

Eyvah!
Mahalle karılarına döndüm resmen!
Sana ne ulan çocuğun moralinden, hatunlarından?

Maskeler!
Hah, evet bu çocuk maskelerle olan münasebetini reddetmiş, etrafımdaki yüzlerce koca kafa ve dar boğaz ve düşük belli pantolonun aksine.
Denemiş maske takmayı belli ki, ama ya beceremedi benim gibi, ya da beğenmedi maskesini.
Bu yüzden seviyorum bu çocuğu, tanıdık bir hali var…

‘’Sayın yolcularımız, lütfen gemimiz iskeleye yanaşmadan bıdı bıdı…’’

İnsanlar varacakları yere 1 ile 5 saniye arasında daha erken varmaya çalıştıkları için mi, yoksa varmaya çalıştıkları egolarına 1 ile 5 saniye daha eklemek için mi hayatlarını tehlikeye atıyorlar vapurdan inerken?
Sebebi ne olursa olsun son derece absürt bir durum.
‘’ Bi’ sal ’’ di mi?

Vapurun iskeleye yanaşip yolcuları indirmeye başlamasıyla, okullu olup sınıfları dolduran konuklar, kimlik okulunun meçhul bir sınıfından mezun oldular.
Maskelerini havaya fırlatarak azca vasıtaya yetişmek için, çokça da önde olmak için ama aslında yeni maskelerini almak için koşturmaya başladılar.

Saat 09:30’civarlarında, işte şimdi günün en sevmediğim zamanı: iskeleden işe doğru yaklaşık 10 dakikalık bir metamorfoz.
Aklımdan tüm buraya kadar okuduklarını çıkarmak…
İstatistikler,
Bordrolar,
Sigortalar,
Uzun, kısa, sert, eski, yeni banknotlar,
Toplantılar,
Maskeler! IYK!!!

Bir balo salonundan diğerine doğru metamorfozun zorlu taşlarını aşındırırken 1 yıl öncesini, 1 hafta öncesini, 1 gün öncesini ölçup biçerek 1 saat öncesini görmezden gelecek kadar tembelim.
1 gün sonrasını, 1 hafta sonrasını, 1 yıl sonrasını kestirmeye çalışmanın mecburiyetindeyken tembelliğimi hatırlayip çölde bir vaha bulmuşçasına sevindim!
Ne de olsa yarına daha çok var!

-Affedersiniz!

E ama insaf!
Bir gün olsun ki birisi yolda bana toslamasın, omuz atmasın, önüme tükürmesin, şeyini kaşımasın, kulağını karıştırmasın, ter kokmasın!
Şaka maka ben sana çemkirirken iş yerime ulaşmışım. Saat 09:40 olmalı…

Karşılaşacağım şey belli, daha içeri adımımı atar atmaz 2 tane heveskâr elime bir takım kâğıtlar tutuşturacak, birisi bugün yapmam gerekenleri, kimlerle görüşeceğimi, kimleri arayacağımı, ne zaman yemek yiyeceğimi, ne giyeceğimi, ne zaman tuvalete gideceğimi, ne zaman burnumu karıştıracağımı, ne zaman göbeğimi kaşıyacağımı anlatırken, diğeri de kahvaltı masasındaki koca kafaların anlattıklarını tekrar edecek!
Ulan gelin isterseniz yatağıma da girin hı? Nasıl? Ne zaman “geleceğimi” de söylersiniz, deyyuslar!

-Nerede kaldın be adam?!

Oysa ki ben tam zamanında gelmiştim aslında, şey, kem, küm! Hihi!


III. Bölüm - Yumurta

Saat 20:30 olmalı…

- Taksi!
- Çooofffff!!!
-Yuhulanöküz!
-Kahvem berbat oldu!..

Görmüyor adam yahu, önümde eşek kadar su birikintisi var, yardıra yardıra geliyor, bir de yağmurda yolcu almama muhabbeti var ki anlayabilmiş değilim!
Düşük bir bel ve/veya turuncu surat olsam sanırım maskesizliğime aldırmazdı.
(Ben de biraz aptalım sanırım, su birikintisinin önünde taksi beklemek de nereden çıktı? Ama bir dakika, bu kurguyu yapmasam 3-4 satır önceki ve az sonraki göndermeyi nasıl kotaracaktım? Aferim bana!)

Beni görür görmez saniyede, 73 ‘’sellektör’’, 69 korna ve 38 ‘’Off beee pakete bak!’’ çığırtısının ardından yanımdaki su birikintisini heveskâr bir Basiliscus plumifrons –artislik yapıyorum, bildiğin kertenkele, hani suyun üzerinde koşan, uçan, kaçan bir psikolojik deli- gibi süzülerek aşardı..
Bir fark var yalnız, düşen maske geri gelmez…
Gider yenisini alırsın, daha kolay…

Maskem olmasa da şemsiyem var benim, hem de ‘’açılan’’ cinsten. Bizim heveskârlardan biri elime tutuşturmuştu, ‘’lazım olur’’ diye.
Aklıma gelmişken, şemsiye denilen alet, taa Mısır’da Habeşistan kabartmalarında görülmüş, bizim zeka kupu ırkımız da Mısır’da yağmurun pek sık yağmayacağını arkagörmüş olacak ki, güneşten korunmak için icat edildiğini kavrayıvermiş, mış, muş ve bilimum kaba etten uyduran sözcükler…
Habeşistan…
Kahve…
Şipidık ayaklar…

-Alo?
-Canım bir şey lazım mı?

Eve vardığımda yalnızca günün tüm çabalarına rağmen eskitemediği o kokuyu duyacağımın bilincindeyim.

Evegirmaskeniaspaltonuasayakkabıkarınıçıkartişeelleriniyıkaburnunuyastığınagömonukoklavetümsıkıntılarıunutyinepembebirbulut!

-hoh…0…
-hoh…0…0…
-hoh…0…0…0…

Her zamanki kahvesel monotonluğumla, bir devenin hörgüçlerinden ciğerlerime çektiğim zifte bulanmış birbirinin tipkısının fotokopisi küçük ziftçikler üflüyorum…

Evin küçük olmasının en büyük dezavantajı da bu, mutfakta kapıyı pencereyi kapatmadan içersem şu mereti, illa ki evi sarıyor develerin sıçtıkları zift. Bana kalsa ben mutluyum deveciklerimle ama ve lakin o tiksiniyor, hatta ve hatta tiSkiniyor.

-Canıııııııııııııııııım!!!!!!!!!

Lan?!!

Ulan yine kitlenmiş beyinceğizim iyi mi?
Hayır, bazen varlığımdan şuphe ediyorum. İnsan dudağında deveyle kilitlenir mi be!
Allahtan sıçmadı, götünde kalmış boku…

Saat 21:00, eve geleli yarım saat olmuş, ben güya ona yemek hazırlayacaktım, aynen ‘’rasgele 1071’’ dün’de ve ‘’seçilmiş 2007’’ yarın’da hep yaptığım gibi… O bittabi bunu umursamadan kondurdu yanağıma opucüğü, opme pislendi suratım dedim, dinlemedi… Maskesizlikten pislenen suratlar çok seksiymiş…

-Sana not bırakmıştım, aldın mı?

Tabi ki almadım. Soru mu bu?
Olası bir notun okunana kadar var olma rolü yapabileceği yerleri kestirmeye çalışırken, buzdolabının üzerine yapışmış arkadaşları ve sıfatları aklıma geldi. Zavallıcık, bizim gibi fırlatip atamıyor ki…
-Eveeet…
-Geliyoooor…
-Hazırlanıyooor…

NOT: ‘’Canım bana yemek ayarlama, iş çıkışı arkadaşlarla yiyeceğiz. Sana bir suprizim var!’’

-Mükkemmel bir kavrayış!

-Eyvah!
-Sürpriz mi?!

Oldum olası nefret ederim sürprizlerden.
Nefesini aldığın birinden sürpriz yemek, gazı kaçmış kola içmek gibi bir şey. Bilindik bir beklenti içerisine girip, beklentinin üzerini mıknatıslarla doldurup, gerçeği yapıştıracak yer bulamamak gibi…
Sürpriz yapması güzel de, yemesi hakikaten gazı kaçmış bir kola…






-Ağlamak istiyorum sayın okuyucular! Ben, ‘’ben’’ olalı böyle cürüm görmedim!

Deveyim ben deve!
‘’Oldum olası bıdı bıdı…’’

Ama…
Ama…
Ben burada kalleşliğime kalleşlik eklerken o, sürprizlere olan garezimi, sevdiğim tek sürprizle suratıma çarpıverdi, hem de olabilecek en şirin şekilde:

-Bana komacan sarılırsan sana kuşların getirdiği sürprizi söylerim!

Yanaklarımdan akan bugün…
Yumurta…
Sürpriz…
Kahve…

Yanaklarımdan zift akarken, ona sarıldım, kokladım, optüm, tekrar sarıldım, tekrar kokladım… Kalbin iradesi olmasa da, beynim gazı bitmeyen Zippo’sunu çaktı içimde, yaktı devesini…

-Kucağında uyusam, rûyalarımın şemsiyesi olup, beni korur musun?


-Perde Kapanır-
-Alkışlar-

IV. Bölüm – Hava Durumu

Soğuk!

Korkuyorum!
Rüyalarımdan!
Hayallerimden!

Karabasanlarım ve kâbuslarım kucaklayın beni, kaçırın şu sarı rûyalardan, yalanlardan…

Yorganım kapat ağzımı, burnumu, kulaklarımı!
Gözlerim siz de direnmeyin!
Kapanın gitsin.

Bacağım lütfen seğirme!
Ellerim çıkın yastığın altından!
Ayaklarım girin yorganın içine, üşüyorsunuz!

Kapım kapanma, sakın kapanma!
Yağmur sakın meraklanma, sen de üzerine yapışan o katranı kusmak istiyorsun!
Benim perdeleri kapatmadan önce yaptığım gibi.
Var gücünle gürle bulut, yardım et yağmura!
Rüzgâr, sen de getir dünyanın yanaklarından akan geçmişi bana….

Dön!

VapurabinDERİNvapurdaninDERİNsokaklarıeskitmekiçinyürüDERİNmaskecivitrinlerindentiksinDERİNonerdeDERİNbunerdeDERİNşunerde?!?!!

Dön!

‘’-Derin, oğlum üşüyeceksin, sıkı giyin!
Biliyorum anne.
Üşümek istiyorum ben.
Beyaz önlüklü şişman, geoit mavi doktorun tantosunu⅔* hissetmek istiyorum tenimde; devinip durduğum insan çiftliğinin tüm pisliğini kabuğumun içine zerk edip, vücudumdaki 50.000.000.000 (evet evet, insan vücudunda ortalama elli milyar kıl varmışmişmuş ) askerin şişen siperlerinde ‘’hazır ol’’ a geçmelerini.
İlginçtir, en ufak bir ürpermede 50 milyar asker ‘’hazır ol’’ çekerken, kafadaki topu topu 110.000 askerin ‘tık’sız olması. Reddediyor sanırım düşünen askerler…

-Derin, oğlum erken dön eve!
Döneceğim anne.
Meşhur öyküdeki Jack’e fevkalâde öykünüyorum, fakat benim amacım onun gibi toprağa fasulye ekip bulutlara çıkmak değil, milyonlarca fotoğraf [ç]ekmek istiyorum ben, toprağa da değil, maskelilerin zihinlerine…’’

Dön!

Uyku ile uyanıklık arasındaki afyonsal sarsıntıların yansıması olarak, kalkip içilen bir bardak soğuk su belki de gırtlağımdan mideme infial eden bir nevi patlaTıcı kimyasaldır. Tetik mekanizması da monotonluğunu kırmaya çalıştığım uykumda, attığım 3’lü toylup ve 4’lü aksıllar olsa gerek. Anlaşılan o ki astral dünyaların buzlu zeminlerinde sahnelenen serbest stil balolar korkutuyor beni.

Kalksoğukbirbardaksuiçdönüşyolundatuvaleteuğraişekoşyatağınaonugörveeminol:

Dön!

O seni bekliyor görünmez şemsiyesiyle…

Korkuyorum!
KORKUYORUM!

Beceremediğimdürüstlüğümden, maskesizrollerimden, maskelibalolardan, monotonluğavealışalanaduyduğumAŞKtan, kestiremediğimrûyalarımdan, engelleyemediğimhayallerimden, zerkedilenpisliklerden, maviönlüklüşişmandoktordan, yanaklarımdakiziftten, heveskârlardan, kocakafalardan, şipidıkayaklardan, sıçamayandevelerden, sürprizyumurtalardan, kahvedenbile…

Alıştığım her şey korkutuyor beni, kaybetmenin korkusu bu, neden böyle bilmiyorum, bilmek de istemiyorum!
Kafam patlayacak gibi! OOOFFFF!!!

Dön!

<-
->
<-
->
<-
->
<-
->
<-
->
<-
->
<-
->
<-
->

Sıcak!


Düşey ve yatay tensel sürtünmelerin çıkarttığı ısıyla olgunun buzulları eridikçe ve (asi)llerin siperlerinden fışkıran pislikler yükseldikçe ‘’hazır ol!’’ daki askerler gevşiyor, siperler sönüyor.

Ne idüğü belirsiz ‘’astral’’ balosuz maskelerde içilen kahvelerin sıcaklığı, yorganın altındaki ‘’(m)astral’’ pistleri ısıtıyor, buz patencileri ufak bir metamorfozun ardından oluveriyorlar düş sörfçüleri…
Oysa ben her gece ateşi yeniden bulmak istiyorum ‘’gensel’’ sürtünmelerle heyecanın yakıtlık yaptığı kalorifer dairelerinde.
Gel gör ki anlaşıldığı üzere ve bir berberin diğer berbere pireberber dediği gibi; bizim askerler grevde…

Sanırım ay ısırığının içleri ısıtip güneşli güllerin gürleyerek askerlere emirler yağdırdığı günü beklerken, denizlerin buharlaşip asil kanlara tuz kattığı günler 2–80’lik bir uzanma aldı önümde.

Yakamoz denilen şeyin ‘’akissel’’(yansımasal da kaba etten uydurulan bir kelime ama daha anlaşılır sanırım, meeeh banane) boyutlarında iradi bir durum var sanki.
Benim aksettirme iradesizi tenimdeki siperleri işgal eden gerçekler, beynin pembe kıvrımlarında kararip ‘’cerebral cortex’’ime (evet artizlik yapıyorum, gözden giren ışığın beyinde düştüğü yerin adı bu, bir nevi camera obscura⅜*) aksediyor aksetmesine ama bu yan(ıl)sıma büyükçe kendini ele veriyor: siyah bir nokta!

Dön!

Hmm…
Buralar ‘’ılınmaya’’ başladı…
Şemsiye açıldı sanırım, ne o aşırı soğuk kaldı, ne de sıcak…
Gri bir yarı-gölgede rûyalarımın ‘’siesta’’sındayım artık…

Evet!

Yorganım artık bırak ağzımı, burnumu, kulaklarımı!
Gözlerim siz de direnmeyin!
Açılın artık!

Bacağım sen de gerileceksen geril!
Ellerim sarılın ona!
Ayaklarım dolanın ayaklarına!

Kapım söz dinlemeyip kapanmışsın, var gücünle açıl, çarp sağa sola!
Yağmur sakin gördüm seni, berrak, tatlı…
Benim her sabah perdeleri açarken olduğum gibi.
Var gücünle çekil bulut, yardım et güneşe!
Rüzgâr, sen de getir dünyaMın göğsündeki kahve kokusunu..

Kahve…

Yahu…

Benim bildiğim şemsiye yağmurdan önce açılır, üşüyenin üzeri örtülür, pişenin yüreğine su serpilir…

*ş*
*şı*
*şip*
*şipi*
*şipid*
*şipidı*
*şipidık*

Sonunda…
Bu sabah ‘’Bizarre Love Triangle çalıyor baksana…

‘’Everytime i see you falling i, get down on my knees and pray
Waiting for the final moment you, say the words that i can’t say’’





Güneş Haksever


















⅓* = Bugünkü Etiyopya.
⅔* = Japon bıçak veya kamasıdır. Onuru korumak için yapılan ‘’Harakiri’’ seremonilerinde kullanılır.
⅜* = 16. yy. da ressamların çizecekleri objeleri direkt olarak kâğıda yansıtmalarını sağlayan, dört tarafı kapalı, sadece küçücük bir delikten ışık alan oda. Daha sonraları fotoğraf makinesinin temelini oluşturan kutucuk.


Lifetime Faves

:peace:</b>
:thumb54858959: Darkness by muratsuyur Natural Born Killers by muratsuyur
In Sight of Apocalypse by arcipello:thumb64934584::thumb66912415:
2mANY people 2mANY thoughts by Y4why serhat..masal.. by sandman-f
up and away by lilbittydemon Nutella03 by FootosDotCom wgfm . . . I by mehmeturgut
:thumb64166720:
See more...



Bass


Bittersweet Symphony


I do play on the F key with SAPAN!


</strong>
V


Listen to the Voice of V...

Voilà!
In View, a humble Vaudevillian Veteran cast Vicariously as both Victim and Villain by the Vicissitudes of fate.
This Visage, no mere Veneer of Vanity is a Vestige of the ''Vox populi'', now Vacant, Vanished.
However, this Valorous Visitation of a bygone Vexation stands Vivified and has Vowed to Vanquish these Venal and Virulent Vermin Vanguarding Vice and Vouchsafing the Violently Vicious and Voracious Violation of Volition.

The only Verdict is Vengeance, a Vendetta held as a Votive not in Vain, for the Value and Veracity of such shall one day Vindicate the Vigilant and the Virtuous.
Verily, this Vichyssoise of Verbiage Veers most Verbose.

So let me simply add that it's
my very good honor to meet you and you may call me V.





Join the community to add your comment. Already a deviant? Log In
Featured

Buralar eskiden dutluktu... by Gnshksvr, journal

Umm.. Yea... by Gnshksvr, journal

Nuff rant, info and feats. inc.! by Gnshksvr, journal

Gnshksvr'den Denemeler by Gnshksvr, journal

Gnshksvr'den Oykuler - DD!! - No by Gnshksvr, journal